Dokuzuncu Hariciye Koğuşu – Peyami Safa
Ötüken Neşriyat, İstanbul
Sayfa Sayısı: 120
Uzun
hastane koridorlarında bekleyen bir sürü insandan birisi olan
kahramanımızın bacağındaki hastalığı ve sevdiği kız için
hissettiklerini anlatan bir öyküdür Dokuzuncu Hariciye Koğuşu.
Çok sevdiğim kitapların başında gelir. Birçoğumuz kitapla lise
sıralarında, genellikle de edebiyat dersi sayesinde tanışıyoruz.
Benim tanışmam da böyle olmuştu. Lisede iki, üniversitede bir
kez okuduğum bu kitap, kesinlikle hakkındaki övgüleri hak ediyor
bence. Kitabı dördüncü okuyuşumdu ancak hiç sıkılmadan
okuduğumu söyleyebilirim.
Kitap;
bacağında bir rahatsızlığı olan on beş yaşındaki
kahramanımız ve uzak bir akrabasının kızı olan on dokuz
yaşındaki Nüzhet arasındaki yakınlaşmayı ve kahramanımızın
içinde bulunduğu bunalımı anlatıyor. Tüm bunları öyle güzel
biçimde anlatıyor ki, gerçekten de kahramanımızın yanında
buluyorsunuz kendinizi bir anda. Onun çektiği acılar size çok da
uzak kalmıyor. Belki de masum bir aşk acısı ve kurtulması zor
bir hastalığı çeken melankolik kahramanı kendime biraz yakın
gördüğümden bu denli beğenmişimdir, kim bilir.
Yazar,
kahramanın hastaneye her gidişinde hissettiklerini öyle güzel bir
cümleyle anlatıyor ki, içinde bulunduğu durumu hemen
anlıyorsunuz:
Kitapta;
insanın ruh haliyle ilgili çok iyi tespitler yapılmış. Bir
hastanın içten içe umutsuz haykırışları gerçekten de çok
güzel yansıtılmış. Peyami Safa’nın diğer kitaplarını da
okumayı düşünüyorum. Yazarın bundan başka Fatih Harbiye adlı
kitabını okudum bir tek. O da oldukça güzel bir kitaptı. Ancak
bir türlü diğer kitaplarını okuyamadım. Araya başka işler,
başka kitaplar girdiği için sanırım, böyle oldu.
Kitap
sadeleştirilmemiş bir basım ve içinde eskiden kullanılan birçok
sözcüğü barındırıyor. Ancak, kitabın arkasına bu kelimelerin
günümüzdeki karşılıkları sözlük olarak eklenmiş. Yine de,
anlamını bilmediğim bazı sözcüklerin anlamını sözlükte
bulamadım. Kitabın diğer baskılarında, günümüzde fazla
kullanılmayan bu sözcüklerin tamamının anlamlarını sözlüğe
eklerlerse çok daha iyi olur. Eğer Türk Edebiyatı’nın
klasikleşmiş bir kitabını okumak istiyorsanız hiç beklemeden
okuyun derim. Zaten kısa bir kitap.
***
1985 yılında, TRT, kitabın 4 bölümlük bir dizisini yapmış. Bir ara onu da
izleyeceğim, bakalım.
***
Felâketimizi
başka biriyle taksim etmek saadettir, fakat annelerle değil.
Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur. (syf.
12)
Birbirimize
açıldıkça kapanıyorduk. Önceleri her şeyimizi birbirimize açık
anlatırken, sonraları, beni kendine karşı hayrete düşüren
birçok tereddütler ve hesaplar içinde susmaya başladık.
Sohbetlerimize ihtiyaç girdi. Zaman geçtikçe, birbirimizi daha çok
tanıyacakken, birbirimize karşı yenileşiyorduk. (Bütün bunlar
aşka benzer şeylerdir, o vakitler bunu anlamıyordum.) (syf. 27)
Bazan
etrafımızda o kadar esrarlı bir hâdise olur ki ince
teferruatlarına kadar bunu sezeriz. Fakat hiçbir şey idrak
etmeyiz; ruhumuzun içinde ikinci bir ruh herşeyi anlar, fakat bize
anlatmaz, böyle korkunç işaretlerle bizi muammanın derinliklerine
atar ve boğar. (syf. 43)
Hakikati
seviniz, o da sizi sever; hakikati arayınız, o da sizi arar ve
üstüne yalan Çin setleri gibi kalın duvarlar örsün, altında
kalan hakikat bir ince iniltiyle, bir hafif rüzgâr dalgasıyla,
herhangi bir küçük işaretle mevcudiyetini bildirir: “Buradayım!’”
der. (syf. 51)
“Büyük
bir hastalık geçirmeyenler, herşeyi anladıklarını iddia
edemezler.” (syf. 113)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder